News-1

Dosya

Siyonist Lobinin Büyük Planı: İsrail’i Bölgesel Süper Güce Dönüştürmek

Siyonist lobi yalnızca ABD’yi yönlendiren bir güç değil, aynı zamanda İsrail’in Orta Doğu’da askeri, siyasi ve ekonomik anlamda bölgesel bir süper güce dönüşmesini hedefleyen küresel bir projenin taşıyıcısı. ABD’de şekillenen bu stratejik ajanda, Arap dünyasıyla normalleşmeden İran karşıtı cephe inşasına, Afrika’daki istihbarat faaliyetlerinden Doğu Akdeniz enerji oyunlarına kadar geniş bir sahaya yayılmış durumda.

Eklenme: 24.07.2025 15:40:42 | Güncelleme: 25.07.2025 17:03:36
Bu Haberi
Paylaş

Siyonist lobi yıllardır yalnızca ABD iç politikasını etkilemekle sınırlı kalmadı. Daha önce "Siyonist Lobi ABD’yi Nasıl Ele Geçirdi?" başlıklı dosyamızda ortaya koyduğumuz gibi, bu yapı; Pentagon, Kongre, medya ve akademi üzerindeki gücüyle Amerikan siyasetinin dış politik önceliklerini belirleyebiliyor. Ancak bu gücün nihai hedeflerinden biri de net: 'İsrail’i bölgesel bir süper güce dönüştürmek.'

Bu dönüşüm planı, sadece askeri yardımlar ve diplomatik kalkanlarla değil; Arap ülkeleriyle kurgulanan normalleşme süreçleri, İran’a karşı organize edilen uluslararası cepheler, enerji diplomasisi, Afrika ve Asya’ya uzanan istihbarat ağları, hatta teknoloji ve tarımda yürütülen yumuşak güç politikalarıyla destekleniyor.

Bu dosyada, İsrail’in bölgesel hakimiyet arayışını perde arkasından yöneten güçlerin stratejilerini, sahadaki uygulamalarını, bu sürecin kazananlarını ve bedelini ödeyen halkları tüm çıplaklığıyla ortaya koyacağız.

ARAP ÜLKELERİYLE NORMALLEŞME PLANI: İŞGAL REJİMİ İÇİN BÖLGESEL SERBEST GEÇİŞ

Gizli Görüşmelerden İbrahim (Abraham) Anlaşmaları’na

2018 yılında başlayan bazı perde arkası diplomatik temaslar, 2020’de imzalanan Abraham Anlaşmaları ile resmiyet kazandı. Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn, Sudan ve Fas, Filistin davası henüz çözüme kavuşmamışken işgal rejimini resmen tanıdı. Bu normalleşme dalgası, sadece diplomatik tanıma değil; istihbarat paylaşımı, askeri eğitim iş birlikleri, güvenlik antlaşmaları ve ortak ekonomik projeleri de içeriyordu.

Sürecin mimarları arasında yalnızca Trump yönetimi değil, AIPAC, JINSA, Washington Institute gibi Siyonist lobi merkezli kuruluşlar da yer aldı. Anlaşmaların altyapısı, bu yapıların yıllar süren etki operasyonlarıyla şekillendirildi. İşgal rejiminin diplomatik yalnızlığını kırmak ve İran karşıtı bölgesel bir blok oluşturmak bu stratejinin temel taşlarıydı.

Lobi Stratejisi: Filistin’i Bypass Etmek

Normalleşme adımlarında dikkat çeken temel strateji, Filistin sorununu tamamen baypas etmeye yönelikti. Bu da Siyonist lobinin önerdiği ve Washington’da karşılık bulan 'önce çıkar, sonra çözüm' modelinin yansımasıydı. Buna göre, Arap ülkeleriyle ekonomik ve güvenlik çıkarları üzerinden ilişkiler kurulmalı, Filistin meselesi ise bu süreçte ikinci plana itilmeli ya da zamanla 'çözülmüş gibi' gösterilmeliydi.

Nitekim BAE ile imzalanan anlaşmada, Batı Şeria'nın resmen işgalinin 'askıya alındığı' iddiası, Arap kamuoyunu yatıştırma amacı taşısa da, işgal rejimi fiilen yerleşim faaliyetlerine hız kesmeden devam etti.

Normalleşmenin Arkasındaki Güç: Think-Tank’ler ve Siyonist Lobi

Washington Institute for Near East Policy, Middle East Forum, Atlantic Council gibi düşünce kuruluşları bu sürecin akademik ve medya zeminini hazırladı. Yüzlerce analiz, brifing, konferans ve medya kampanyasıyla Arap ülkeleri için işgal rejimiyle barışmanın 'akılcı ve stratejik' bir tercih olduğu fikri yaygınlaştırıldı. Bu yapıların finansörleri arasında ise AIPAC’a yakın sermaye grupları öne çıktı.

Ayrıca işgal rejiminin istihbarat teşkilatı Mossad, özellikle BAE ve Sudan’daki temaslarda aktif rol oynadı. İsrail basınında dahi, Mossad Başkanı Yossi Cohen’in bu ülkelerde defalarca üst düzey görüşmeler yaptığı açıkça yazılmıştı.

Suudi Arabistan Dosyası: Taçsız Kralla Sessiz Normalleşme

Henüz işgal rejimini resmen tanımayan Suudi Arabistan, perde arkasında büyük oranda normalleşmeye geçmiş durumda. Neom projesinden Kızıldeniz güvenlik anlaşmalarına, Yemen sahasındaki koordinasyondan İran karşıtı CENTCOM planlarına kadar birçok alanda Siyonist rejimle uyumlu hareket ediliyor.

2023 yılında Biden yönetiminin bastırmasıyla Suudi Arabistan’a yönelik 'işgal rejimini tanı, nükleer programını al' teklifleri gündeme geldi. Bu sürecin arkasındaki metinleri hazırlayanlar ise yine AIPAC ve FDD çevresinde dönen lobi gruplarıydı.

Filistin meselesi normalleşme masalarında bir şart değil, bir 'engel' gibi görülmeye başlandı. Üstelik bu yeni düzende işgal rejimi artık kendisini yalnızca meşru bir aktör olarak değil, 'bölgenin anahtar gücü' olarak tanımlıyor.

İRAN’A KARŞI CEPHE: ORTAK DÜŞMAN ÜZERİNDEN GÜÇ TAHKİMİ

Siyonist Stratejinin Kalbi: 'İran Tehdidi' Söylemi

Siyonist lobi, uzun süredir işgal rejiminin bölgesel politikalarını meşrulaştırmak ve Washington’un desteğini sürekli kılmak adına 'İran tehdidi' söylemini merkezde tutuyor. Bu söylem yalnızca bir güvenlik gerekçesi değil; aynı zamanda ABD Kongresi, Pentagon, Körfez emirlikleri ve Avrupa kamuoyu üzerinde psikolojik ve politik baskı aracı olarak da kullanılıyor.

2000’li yılların ortasından itibaren İran’ın nükleer faaliyetleri, füze programları ve vekil güçlerle olan bağlantıları, Siyonist rejimin 'varoluşsal tehdit' söylemini besledi. Bu doğrultuda AIPAC, UANI (United Against Nuclear Iran) ve FDD (Foundation for Defense of Democracies) gibi Siyonist yapılar, milyarlarca dolarlık medya ve siyaset mühendisliği ile İran karşıtı küresel bir zemin oluşturdu.

AIPAC Dosyaları: Yaptırımların Gerçek Mimarı

ABD’nin İran’a karşı yürürlüğe koyduğu en sert yaptırımların hemen hepsi, doğrudan Siyonist lobi mekanizmasının ürünüydü.

2010 tarihli CISADA (Kapsamlı İran Yaptırımlar Yasası), aslında AIPAC tarafından hazırlanmış, ardından Kongre’ye 'ulusal güvenlik önceliği' şeklinde sunulmuş bir tasarıydı.

2015’te imzalanan nükleer anlaşmaya (JCPOA) karşı çıkan ve onun iptali için yoğun medya baskısı kuran yapılar yine AIPAC ve FDD oldu. 60’tan fazla reklam kampanyası, lobi raporu ve senatör brifingi bu kampanya kapsamında hazırlandı.

Trump’ın 2018’de anlaşmayı iptal etmesi, FDD Direktörü Mark Dubowitz tarafından 'lobinin stratejik zaferi' olarak ilan edildi.

CENTCOM’a İşgal Rejiminin Dahli: Bölgesel Savaş Mimarisi

2021 yılında ABD, işgal rejimini CENTCOM (Merkez Kuvvetler Komutanlığı) bölgesine resmen dahil etti. Bu karar, yalnızca askeri değil; diplomatik ve stratejik açıdan da tarihi bir kırılma anlamına geliyordu. Çünkü CENTCOM, Körfez ülkeleri, Ürdün ve Mısır gibi Arap devletleriyle askeri iş birliğini yöneten ana ABD komutanlığıydı.

Siyonist rejimin bu sisteme dahil edilmesiyle:

  • İran’a karşı ortak tatbikatlar başladı,
  • Körfez ülkeleriyle işgal rejimi arasında dolaylı askeri koordinasyon sağlandı,
  • CIA – işgal istihbaratı – Körfez servisleri arasında istihbarat paylaşımı kurumsallaştı.

Bu mimari, JINSA tarafından hazırlanan 'Middle East Security Architecture 2030' adlı raporda yıllar önce önerilmiş ve ABD Savunma Bakanlığına sunulmuştu. Rapor, işgal rejiminin 'bölge güvenliğinde lider rol üstlenmesi gerektiğini' savunuyordu.

İşgal İstihbaratı Mossad: Meşruiyet Üretme Operasyonları

İran karşıtı cephede sahadaki en aktif yapı, işgal rejiminin istihbarat teşkilatı Mossad oldu. İran’daki nükleer programlarda görev aldığı öne sürülen bilim insanlarına yönelik suikastlar, sabotajlar ve siber saldırılar doğrudan işgal istihbaratının imzasını taşıyordu.

Bu operasyonlara dair bilgiler, genellikle önce New York Times veya Washington Post gibi gazetelere 'sızdırıldı.' Sızdırılan bilgiler, medya manipülasyonunun bir parçası olarak AIPAC bağlantılı uzman yorumlarıyla desteklendi ve kamuoyuna servis edildi.

Körfez Cephesi: İran’a Karşı ‘Yumuşak İttifak’

İşgal rejimi, BAE ve Suudi Arabistan’la birlikte İran’a karşı bir tür 'yumuşak ittifak' modeli geliştirmeye başladı. Yemen sahasında, Husilere karşı doğrudan asker göndermese de; SİHA teknolojisi, yapay zeka destekli takip sistemleri ve askeri yazılım ihracı ile cephedeki Körfez koalisyonuna aktif destek verdi.

2022’de Riyad’da gerçekleştirilen bir güvenlik forumunda, işgal rejimi temsilcileri ile Suudi askeri yetkililerin 'İran kaynaklı tehditlerin ortak tanımı' üzerine toplantılar gerçekleştirdiği sızdı.

Gölge Düşman, Gerçek Gerekçe

Siyonist lobinin inşa ettiği 'İran tehdidi' söylemi, işgal rejiminin hem bölgedeki askeri mevcudiyetini meşrulaştırdı hem de ABD desteğini kalıcılaştırmak için bir araç haline geldi. Bugün İran, yalnızca askeri değil diplomatik, ekonomik ve jeopolitik bir kaldıraç olarak da kullanılıyor.

Bu yapay tehdit algısı üzerinden işgal rejimi; Körfez ülkeleriyle yakınlaşıyor, CENTCOM’a entegre oluyor, silah anlaşmalarını büyütüyor ve bölgedeki muhalefeti bastırmak için uluslararası koruma zırhı elde ediyor.

DOĞU AKDENİZ VE ENERJİ POLİTİKALARI: İŞGAL REJİMİNE BÖLGESEL ÜSTÜNLÜK SAĞLAMA HAMLELERİ

Enerji, Yeni Savaş Alanı: Gazdan Jeopolitik Güce

Doğu Akdeniz, 2009 yılında Leviathan ve Tamar gibi büyük doğalgaz rezervlerinin keşfedilmesinden bu yana, sadece bir enerji havzası değil, aynı zamanda jeopolitik hesaplaşmaların merkezine oturan bir mücadele alanı hâline geldi. Bu alanı askeri değil, diplomatik ve ekonomik yollarla kontrol etme hedefi, işgal rejimi için hayati bir öncelik hâline getirildi.

Siyonist lobi bu süreçte yalnızca enerji diplomasisini değil, aynı zamanda Türkiye’yi bölgesel denklemin dışına itme stratejisini de eş zamanlı yürüttü. Lobi destekli düşünce kuruluşları, ABD'deki karar vericilere Doğu Akdeniz’in 'demokratik müttefiklerce paylaşılması gereken bir alan' olduğu fikrini işledi.

EastMed Projesi: Türkiye’yi Dışlayan Boru Hattı Rüyası

2020 yılında imzalanan EastMed Boru Hattı Anlaşması, işgal rejimi, Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi arasında kurulan üçlü eksenin ürünüdür. Amaç, Doğu Akdeniz gazını Türkiye üzerinden değil, Yunanistan ve İtalya üzerinden Avrupa’ya taşımaktı.

Her ne kadar proje ekonomik ve teknik olarak sürdürülemez bulunsa da, asıl hedef Türkiye’yi dışlamak ve işgal rejimini Avrupa’nın enerji tedarikçisi olarak konumlandırmaktı. Bu politikanın arkasında ABD Dışişleri Bakanlığı’na ve AB enerji bürokrasisine yıllardır nüfuz eden Siyonist lobi yapıları yer aldı.

2022’de Biden yönetimi, proje desteğini çektiğinde dahi Washington Institute ve FDD gibi kurumlar, alternatif senaryolarla işgal rejiminin enerji vizyonunun yaşatılması için yoğun çaba harcadı.

Mısır ve Yunanistan ile Üçlü Enerji Bloku

İşgal rejimi, Doğu Akdeniz'deki enerji çıkarlarını yalnızca Avrupa’ya yönelik değil, Mısır-Yunanistan-GKRY üçgeni içinde inşa edilen bölgesel ittifaklarla da güçlendirdi.

2019’da kurulan East Mediterranean Gas Forum (EMGF), işgal rejiminin resmî olarak masada olduğu, Türkiye’nin ise dışlandığı nadir çok taraflı enerji oluşumlarından biridir.
Bu yapı sayesinde Kahire ile Tel Aviv arasında enerji diplomasisi yoğunlaştı; Mısır üzerinden LNG ihracatı yapılmaya başlandı. Mısır’ın Sisi rejimiyle geliştirilen bu yakınlaşma, Siyonist lobilerin Batı’daki siyasi destekleriyle de senkronize ilerledi.

ABD’nin Rolü: Doğu Akdeniz’de İşgal Rejimine Stratejik Kalkan

ABD, Doğu Akdeniz’deki politikalarını Siyonist lobilerin yönlendirdiği stratejik belgeler çerçevesinde şekillendirdi. 2019’da Kongre’de kabul edilen 'EastMed Security and Energy Partnership Act', Yunanistan, GKRY ve işgal rejimi arasında savunma iş birliği, enerji koordinasyonu ve askeri yardım maddelerini içeren bir çerçeve oluşturdu.

Bu yasa;

  • İşgal rejimine F-35 satışı için zemin hazırladı,
  • GKRY'ye silah ambargosunu kaldırdı,
  • Türkiye’yi açıkça hedef aldı.

Bu hamleler, AIPAC ve JINSA’nın önerdiği güvenlik belgeleriyle örtüşüyordu.

Türkiye Karşıtı Politikaların Lobi Ayakları

Siyonist lobi, Doğu Akdeniz'de Türkiye'nin yalnızlaştırılmasını, sadece enerji rekabeti bağlamında değil; ideolojik ve jeopolitik bir hedef olarak kurguladı.
Washington’daki analizlerde Türkiye, sıkça 'otoriterleşen, güvenilmez NATO üyesi' olarak sunuldu. Buna karşılık işgal rejimi, 'istikrarlı, Batı yanlısı, öngörülebilir' müttefik olarak öne çıkarıldı.

Bu söylem üzerinden Türkiye;

  • EMGF’den dışlandı,
  • EastMed’e dâhil edilmedi,
  • ABD’nin bölgedeki tatbikat ve eğitim planlarından dışarı itildi.

Enerji Hattı Görünümlü Jeopolitik Kuşatma

Doğu Akdeniz’de kurulan enerji ittifakları, gerçekte jeopolitik yönelimleri şekillendiren bir cephe hattına dönüşmüş durumda. Bu hattın merkezinde işgal rejimi, hem diplomatik alan kazanıyor hem de enerji üzerinden stratejik nüfuz kuruyor.

Ancak bu planların tümü, Filistin halkının haklarını yok sayan, Türkiye’yi izole etmeyi hedefleyen ve İslam coğrafyasını parçalamayı esas alan bir dış politika mimarisinin ürünüdür.

AFRİKA VE ASYA AÇILIMI: İŞGAL REJİMİNİN YENİ KOLONYAL HAMLELERİ

Sessiz Genişleme: Medeniyet Misyonu Maskesi Altında Nüfuz Politikası

Filistin’de işgal, Gazze’de abluka ve Kudüs’te statü ihlalleri sürerken işgal rejimi, bir yandan da Afrika ve Asya’da 'yardım, teknoloji ve güvenlik iş birliği' kisvesi altında yeni bir kolonyal yayılma stratejisi izliyor. Bu genişleme, klasik sömürgecilikten farklı olarak, askeri üsler ya da doğrudan işgallerle değil; gıda güvenliği, savunma teknolojisi, istihbarat paylaşımı ve tarım yatırımları gibi alanlarda yürütülüyor.

Bu hamlelerin arkasında yalnızca Tel Aviv’deki siyaset mühendisliği değil, aynı zamanda Washington’daki Siyonist lobi merkezlerinin sağladığı finansal, diplomatik ve medya desteği de bulunuyor.

Sahra Altı Afrika’da Güvenlik Ticareti: Mossad’ın Derin Gölgesi

Özellikle Çad, Güney Sudan, Uganda, Ruanda ve Etiyopya gibi ülkelerle askeri eğitim, silah satışı ve iç güvenlik protokolleri imzalayan işgal rejimi, Afrika’nın doğu kuşağında giderek genişleyen bir nüfuz alanı oluşturdu.

2020’de Etiyopya’da yapılan kapsamlı bir güvenlik anlaşmasıyla, işgal rejiminin iç istihbarat birimleri, Addis Ababa polis teşkilatına doğrudan teknik danışmanlık vermeye başladı.

Uganda’da ise sınır kontrol sistemleri ve yüz tanıma teknolojileri, Mossad destekli firmalar tarafından kuruldu. Bu sistemler, yerel muhalifleri ve medya mensuplarını izleme aracı olarak da kullanılıyor.

2022’de İsrail Savunma Bakanlığı, "Sahra Altı Afrika’da 23 ülkede doğrudan veya dolaylı güvenlik anlaşmamız var" açıklamasını yaptı. Bu veri, işgal rejiminin Afrika’da sistemli bir güvenlik pazarı kurduğunu gözler önüne serdi.

Tarımsal Kolonizasyon: Gıda Yardımı mı, Toprak Kontrolü mü?

İşgal rejimi, 'akıllı tarım teknolojileri ve su yönetimi' gibi başlıklar altında özellikle kıtlıkla mücadele eden Afrika ülkelerinde bir tür tarımsal sömürgeleştirme modeli inşa ediyor.

Ruanda, Kenya ve Nijerya’da işgal rejimine bağlı şirketler, tarımsal tohumlar, sulama sistemleri ve verim artırıcı yazılımlar sağlayarak büyük çaplı mülkiyet ve tohum kontrolü elde ediyor.

Bu yatırımların büyük kısmı, ABD ve AB destekli kalkınma fonları üzerinden finanse ediliyor; yani işgal rejimi hem kazanç sağlıyor hem de 'insani yardım aktörü' olarak meşruiyet inşa ediyor.

Gıda bağımlılığı üzerinden oluşturulan bu sistem, yeni bir ekonomik vesayet mekanizması olarak tanımlanıyor.

Asya Açılımı: Hindistan-İşgal Rejimi Ekseninde Yükselen Ortaklık

Hindistan, özellikle radikal Hindu milliyetçiliğinin temsilcisi Modi iktidarı döneminde işgal rejiminin Asya’daki en güçlü stratejik ortaklarından biri hâline geldi. Bu yakınlaşma, yalnızca ideolojik düzlemde değil, somut iş birliği projeleriyle de desteklendi.

2017’de iki taraf arasında imzalanan savunma anlaşması, Hindistan’a anti-tank füzeleri, radar sistemleri ve elektronik harp ekipmanları sağlanmasını içeriyordu.

İşgal rejimi, Hindistan’ın Keşmir’de yürüttüğü baskı politikalarını dolaylı olarak destekliyor; karşılığında Hindistan da Birleşmiş Milletler’de (BM) Filistin lehine yapılacak oylamalarda çekimser kalıyor ya da veto blokuna katılıyor.

İki ülke arasında kurulan siber güvenlik ortaklığı, hem sivil gözetim hem de dijital propaganda operasyonları için zemin oluşturuyor.

Çin’e Karşı Pozisyon Alma: Alternatif Ekseni Güçlendirme Planı

Çin’in Afrika ve Asya’da etkisini artırması, işgal rejiminin stratejik aklını harekete geçirdi. Çin’in Kuşak-Yol Projesi'ne karşı, işgal rejimi ABD destekli alternatif altyapı yatırımları ve teknoloji ortaklıkları üzerinden bir karşı cephe kurmaya çalışıyor.

Özellikle Kenya ve Tanzanya’da, Çin yatırımlarına rakip olarak kurulan altyapı ve liman projelerinde, Siyonist iş insanlarının sahip olduğu şirketler aktif rol alıyor.

Çin’in Müslüman Uygurlara yönelik baskı politikalarına karşı gösterilen sessizlik, işgal rejiminin Asya’daki pragmatik yayılma stratejisinin bir parçası olarak yorumlanıyor.

Yeni Sömürgecilik, Teknoloji ve Yardım Maskesiyle Geri Döndü

İşgal rejimi, Afrika ve Asya’daki yayılma politikalarını insani yardım, tarımsal destek ve teknoloji transferi gibi yumuşak söylemlerle sunarken; arka planda kurduğu sistem, tamamen bağımlılık üretmeye, muhalefeti bastırmaya ve siyasi sadakat devşirmeye yönelik.

Bu yeni kolonyal model, Batı sömürgeciliğinin 21. yüzyıldaki güncellenmiş versiyonudur ve ardında Siyonist lobinin çok katmanlı diplomatik, ekonomik ve istihbari desteği bulunmaktadır.

İŞGAL REJİMİNİN SİVİL ALAN GÜCÜ: TEKNOLOJİ, MEDYA VE TARIMDA ETKİ AĞI

'Start-Up Nation' İmajı: Algı ve Gerçeklik Arasında Bir Marka İnşası

İşgal rejimi, yıllardır uluslararası kamuoyunda oluşturduğu negatif imajı tersine çevirmek için kendisini sadece bir askerî aktör olarak değil, aynı zamanda yüksek teknoloji üreten bir 'start-up devleti' olarak lanse ediyor. 'Start-Up Nation' adı altında pazarlanan bu strateji, Tel Aviv’i bir yandan dijital devrimlerin merkezi gibi gösterirken, diğer yandan bölge ülkeleriyle yapılan teknoloji ortaklıklarının üzerini örten bir perde işlevi görüyor. Oysa işgal rejiminin teknolojik altyapısının büyük bölümü, doğrudan askerî istihbarat birimlerinden besleniyor. NSO Group tarafından geliştirilen Pegasus casus yazılımı bu yapının en açık örneklerinden biri. İnsani yardım kılıfıyla pazarlanan bu yazılımın; Meksika, Suudi Arabistan, Hindistan gibi ülkelerde gazetecileri, insan hakları savunucularını ve muhalif liderleri izlemek için kullanıldığı artık belgelenmiş durumda. Bu durum, teknolojinin sadece ekonomik değil aynı zamanda siyasi bir silah hâline getirildiğini açıkça ortaya koyuyor.

Siber Takipten Tarım Teknolojisine: İki Uçlu Genişleme

İşgal rejiminin sivil alandaki yayılma stratejisi sadece dijital güvenlikle sınırlı değil; aynı zamanda tarım, su ve gıda gibi temel yaşam alanlarını da kapsıyor. Kuraklıkla mücadele eden Afrika ülkelerine 'akıllı sulama teknolojileri ve yüksek verimli tohum sistemleri' ihraç eden rejim, böylece gıda güvenliği üzerinden bir bağımlılık ilişkisi kuruyor. Bu bağlamda Ruanda, Kenya ve Nijerya gibi ülkelerde hayata geçirilen projelerde yerel üretici, işgal rejiminin geliştirdiği yazılımlara ve tedarik zincirine bağlı hâle getiriliyor. Toprak verimliliğini ölçen sensörler, üretim kararlarını dışa bağımlı algoritmalara teslim ediyor. Bu sistem, dışarıdan kalkınma desteği gibi görünse de gerçekte tarım üzerinde bir tür yeni sömürgecilik rejimi oluşturuyor. Gıdanın kimde olduğu artık yalnızca iktisadi değil, aynı zamanda politik bir meseleye dönüşüyor.

Medya ve Kültürel Yumuşak Güç: 'İsrail Mucizesi' Kurgusu

Küresel kamuoyunun zihninde işgal rejimi imajını yumuşatmanın bir başka aracı ise medya sektörü. Netflix, Amazon Prime gibi dijital platformlarda son yıllarda yayımlanan 'Mossad ajanı kahramanlıkları' temalı diziler, Tel Aviv’in kültürel hayatını Batılı yaşam tarzına entegre şekilde sunan yapımlar ve savaşın değil teknolojinin anlatıldığı belgeseller, bu medya stratejisinin taşıyıcı kolonlarını oluşturuyor. Özellikle Fauda gibi dizilerde işgal personeli ahlaki ikilemler yaşayan, özverili bireyler olarak resmedilirken, Filistin direnişi terörize edilerek karikatürize ediliyor. Bu anlatım tarzı, Batı toplumlarında işgalin suç olmaktan çok 'zorunlu bir güvenlik önlemi' gibi algılanmasına neden oluyor. Aynı zamanda dijital platformlar üzerinde algoritmik olarak desteklenen içeriklerle, rejim karşıtı paylaşımlar sistematik biçimde bastırılıyor. Meta şirketine ait Facebook ve Instagram'da Filistin direnişine ait semboller, ifadeler ve haber başlıkları algoritmalar tarafından ya kaldırılıyor ya da görünmez hâle getiriliyor. Bu uygulamalar, işgal rejiminin medya kontrolünün sadece içerik üretiminde değil, içerik dağıtımında da aktif rol oynadığını gösteriyor.

Diplomatik Kılıf: İnsani Yardım ve Kriz Müdahale Maskesi

İşgal rejiminin küresel meşruiyet kazanma stratejisinde kullandığı bir diğer önemli enstrüman, insani yardım ve kriz anlarında hızlı müdahale görüntüsü vermek. Büyük felaket anlarında -örneğin Türkiye’deki 2023 Kahramanmaraş merkezli depremler sırasında- gönderilen arama kurtarma ekipleri, uluslararası basına servis edilen yardım malzemeleri ve sembolik diplomatik jestler, rejimin 'iyi niyetli aktör' imajı inşa etme çabasının parçası. Ancak bu jestler çoğu zaman eş zamanlı olarak Gazze’de sürdürülen saldırılarla çelişiyor. Aynı günlerde çocuk hastanelerinin bombalandığı, ambargo altında yaşayan insanların temel ihtiyaçlara ulaşamadığı Filistin topraklarında hiçbir insani jest görülmezken, dış dünyaya 'yardım eli uzatan modern devlet' görüntüsü sunuluyor. Bu da, yardımın bir şefkat değil, stratejik bir imaj yönetimi aracı olarak kullanıldığını açıkça ortaya koyuyor.

Sivil Güç Görünümlü Yeni Nesil Sömürge Aracı

İşgal rejiminin sivil alanda kurduğu bu çok yönlü etki ağı, klasik anlamda bir kalkınma ya da iş birliği modeli değil; tam tersine, bağımlılık, gözetim ve ideolojik tahakküm sistemine dönüşmüş durumda. Teknolojiyi ihraç ederken aslında gözetim altyapısını kuruyor. Medya ile kendi meşruiyetini yeniden üretiyor. Tarımı düzenlerken, yerel halkın toprağına hükmediyor. Yardım gönderirken, aynı anda başka bir halkı açlığa ve susuzluğa mahkûm ediyor. Bu yapı, işgalin silahsız, görünmez ve diplomatik versiyonudur. Modern sömürgecilik, artık kask ve tüfekle değil; algoritma, yazılım ve sponsorlu içeriklerle sürdürülüyor.

İŞGAL REJİMİNİN SÜPER GÜÇ OLMA YOLCULUĞU: SİYONİST LOBİ OLMADAN MÜMKÜN MÜ?

Orta Doğu’nun derinliklerinde yükselen bir proje var: İsrail işgal rejimini yalnızca bir devlet değil, bölgenin merkezi gücü, bir anlamda yeni bir Orta Doğu düzeninin lokomotifi hâline getirmek. Bu dönüşüm; askeri başarıların, teknolojik ilerlemenin veya diplomatik ustalığın eseri değil, çok daha büyük ve karmaşık bir sistemin ürünüdür: Siyonist lobinin küresel güç merkezlerindeki çok katmanlı organizasyonu.

İşgal rejiminin yükselişi, yalnızca Tel Aviv’in iradesiyle açıklanamaz. Bu yükselişi mümkün kılan en büyük faktör, Washington’da, Londra’da ve Brüksel’de çalışan; medya, finans, akademi, ordu ve siyaset alanlarında derin etkiler kurmuş entegre bir lobi mekanizmasıdır. Bu lobi, Amerikan Kongresi’ne sunulan yaptırım tasarılarından Avrupa’daki antisemitizm yasalarına; BM’deki oylamalardan NATO’nun bölgesel doktrinlerine kadar geniş bir etki alanına sahiptir. İşgal rejimi bu sayede yalnızca kendini savunmuyor, aynı zamanda saldırgan politikalarını küresel zeminlerde meşrulaştırabiliyor.

Bu dosyada detaylı biçimde analiz ettiğimiz tüm süreçler -Arap ülkeleriyle normalleşme, İran’a karşı cephe inşası, Doğu Akdeniz enerji ittifakları, Afrika ve Asya’da kurulan teknoloji merkezli nüfuz ağları, medya ve yardım diplomasisiyle yürütülen yumuşak güç projeleri- aslında tek bir stratejik merkezin etrafında dönen halkalar gibidir. Ve bu merkezin adı, Siyonist lobi yapısıdır.

Siyonist lobi, işgal rejimi için yalnızca bir destek aracı değil; onun bölgesel kimliğini ve küresel hedeflerini yeniden tanımlayan bir politik mühendislik aygıtıdır. Bu yapı olmasaydı, işgal rejiminin Batı’daki insan hakları mahkemelerinde hesap vermesi kaçınılmaz olurdu. Bu yapı olmasaydı, Arap ülkeleriyle yapılan normalleşmeler bu kadar hızla gerçekleşemez, Afrika'da kurulan güvenlik üsleri bu denli rahat işlemeye devam edemezdi. Ve bu yapı olmasaydı, işgal rejimi kendisini Start-Up Nation olarak değil, hâlen bir işgal gücü olarak görmek zorunda kalırdı.

Bugün artık açıkça görülüyor ki, işgal rejimi modern dünyanın yalnızca bir ürünü değil, küresel güç ilişkilerinin yeniden biçimlendirilmesinde kullanılan bir araçtır. Bu nedenle onun bölgesel süper güce dönüşme süreci, sadece Filistin halkının değil; Türkiye’nin, İran’ın, Mısır’ın, Lübnan’ın ve aslında tüm İslam dünyasının stratejik çevresini kuşatma anlamına gelmektedir.

Sorulması gereken temel soru artık şudur: "Bu yükselişe karşı sadece vicdani değil, stratejik bir karşı duruş mümkün müdür?" Zira karşımızda yalnızca tankla, topla değil; algoritmayla, fonla, medya kampanyasıyla, diplomatik zırhla donanmış bir işgal projesi var. Ve bu proje, ancak onun dayandığı küresel yapı anlaşılırsa durdurulabilir.