2007’den bu yana Gazze’yi boğan abluka, denizden ve karadan yapılan girişimlerle kırılmaya çalışıldı. Ancak işgalci İsrail, uluslararası sularda katliamlar yaptı, diplomasi masalarında suikastlar düzenledi. Cezasız kalan her saldırı, zulmün daha da derinleşmesine yol açtı.
Eklenme: 09.09.2025 17:10:39 | Güncelleme: 10.09.2025 15:23:50Gazze, 21. yüzyılın en ağır kuşatmalarından birinin pençesinde. 2007’de başlatılan abluka, milyonları temel yaşam haklarından mahrum bıraktı. Ablukayı kırmak için uluslararası sivil girişimler denizden ve karadan defalarca denendi. Ancak işgalci İsrail, uluslararası sularda Mavi Marmara’da kan döktü, aktivistleri gözaltına aldı, gemilere el koydu. Bugün aynı saldırganlık Doha’da da kendini gösteriyor: Hamas’ın siyasi ofisi hedef alınıyor, ateşkes müzakerelerine suikastlarla darbe vuruluyor. İşgal rejimi yalnız Gazze’de değil, dünyanın farklı coğrafyalarında da uluslararası hukuku hiçe sayıyor.
2006’da yapılan seçimlerde Hamas’ın meşru zaferinin ardından, işgal rejimi Haziran 2007’den itibaren Gazze’ye kapsamlı kara, deniz ve hava ablukası uygulamaya başladı. Aynı yılın Eylül ayında Gazze, “düşman varlık” ilan edildi ve yakıt, elektrik ile temel yaşam malzemelerinin girişine ağır kısıtlamalar getirildi. Birleşmiş Milletler ve Kızılhaç bu uygulamayı “kolektif cezalandırma” olarak nitelendirdi.
23 Ağustos 2008’de, uluslararası aktivistlerin oluşturduğu Free Gaza Hareketi, “Free Gaza” ve “Liberty” adlı iki küçük tekneyle Kıbrıs’tan Gazze’ye doğru yola çıktı. İşgalci güçlerin tehdit ve tacizlerine rağmen tekneler Gazze Limanı’na ulaştı. Bu, 1967’den sonra Gazze’ye deniz yoluyla gerçekleşen ilk uluslararası sivil varış oldu ve ablukanın yasa dışılığını dünya gündemine taşıdı.
29 Ekim 2008’de “Dignity” isimli tekne tıbbi malzeme taşıyarak Gazze’ye ulaştı. Heyette Nobel Barış Ödüllü Mairead Corrigan Maguire ve Filistinli siyasetçi Mustafa Barghouti gibi isimler yer aldı.
30 Aralık 2008’de, “Dignity” teknesi uluslararası sularda işgalci donanmaya ait botların kasıtlı çarpması sonucu ağır hasar aldı. Tekne, Lübnan’a sığınmak zorunda kaldı. Bu olay, işgal rejiminin Gazze deniz ablukasını yalnızca kıyılarda değil, uluslararası sularda da zorla uygulamaya başladığını gözler önüne serdi.
29 Haziran 2009’da Kıbrıs’tan yola çıkan “Spirit of Humanity” isimli tekne, üç ton tıbbi malzeme ile Gazze’ye ulaşmaya çalıştı. Tekne, Gazze karasularına yaklaşırken işgalci güçler tarafından durduruldu ve Aşdod Limanı’na çekildi. Aralarında eski ABD Kongre üyesi Cynthia McKinney ve Nobel ödüllü Mairead Corrigan Maguire’ın da bulunduğu 21 kişi gözaltına alındı ve daha sonra sınır dışı edildi.
2008–2009 yıllarında yaşanan bu ilk denemeler, Gazze ablukasının vahametini dünyaya duyurdu. Başarılı seferler uluslararası sivil dayanışmanın gücünü ortaya koyarken, saldırılar işgal rejiminin hukuksuz uygulamalarını gözler önüne serdi. Bu süreç, sonraki yıllarda daha geniş katılımlı filoların hazırlığının da önünü açtı.
2008 ve 2009 yıllarındaki küçük ölçekli deniz girişimlerinin ardından uluslararası aktivistler bu kez çok daha geniş kapsamlı bir filo organize etmeye karar verdi. Amaç, Gazze’ye insani yardım ulaştırmak ve ablukanın hukuksuzluğunu dünya kamuoyuna göstermekti. Türkiye merkezli İHH İnsani Yardım Vakfı’nın öncülük ettiği bu girişim, Yunanistan, İrlanda, Avrupa ve Amerika’dan Filistin dayanışma hareketlerinin de katılımıyla şekillendi. Altı gemiden oluşan filoda “Mavi Marmara”, “Defne Y”, “Gazze I”, “Sofia”, “Challenger I” ve “Rachel Corrie” yer aldı. Farklı ülkelerden yüzlerce aktivist, parlamenter, gazeteci ve Nobel ödüllü isimler bu gemilerde toplandı.
31 Mayıs sabahı Gazze Özgürlük Filosu uluslararası sularda ilerlerken işgalci İsrail donanması tarafından kuşatıldı. Helikopterlerden inen komandolar ve sürat botlarıyla Mavi Marmara gemisine silahlı baskın düzenlendi. Sivillerin üzerine ateş açıldı, gemi güvertesinde kan döküldü. Çoğu Türk vatandaşı olan 10 aktivist şehit edildi, 50’den fazla kişi yaralandı. Olay, Gazze açıklarından yaklaşık 70 deniz mili ötede, yani tamamen uluslararası sularda yaşandı. Bu durum, işgalci rejimin açık denizde sivillere yönelik kasıtlı cinayet işlediğinin kanıtı oldu.
Saldırının ardından dünya genelinde büyük bir öfke dalgası yayıldı. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Konseyi saldırıyı kınayarak İsrail’in uluslararası hukuku ihlal ettiğini belirtti. Sokaklarda protestolar düzenlendi, hükümetler ardı ardına açıklamalar yaptı. Ancak tepkilere rağmen işgalci İsrail ne cezalandırıldı ne de yaptırımla karşılaştı.
Mavi Marmara’daki katliamdan kısa süre sonra filoya dahil olan “MV Rachel Corrie” İrlanda’dan yola çıkarak Gazze’ye doğru ilerledi. 5 Haziran 2010’da uluslararası sularda işgal donanması tarafından durdurulan gemi bu kez kanlı bir saldırıya uğramadı. Ancak Aşdod Limanı’na çekildi, içindekiler gözaltına alındı ve ardından sınır dışı edildi. Bu olay, Mavi Marmara katliamından sonra işgalcinin benzer girişimlere sert müdahale politikasını sürdürdüğünü gösterdi.
Mavi Marmara saldırısı, abluka karşıtı girişimlerin en kritik dönüm noktası oldu. Çünkü 2008’den itibaren teknelere yönelik engellemeler ve gözaltılar yaşansa da ilk kez uluslararası sularda siviller katledildi. Bu, işgal rejiminin Gazze ablukasını yalnızca bir sınır güvenliği politikası değil, doğrudan cinayetle sürdürülen bir kuşatma olarak yürüttüğünü gözler önüne serdi.
Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Konseyi raporları, saldırıyı açıkça kınayarak İsrail’in uluslararası sularda işlediği cinayetleri kayıt altına aldı. Ancak 2011’de yayımlanan Palmer Raporu, ablukayı güvenlik gerekçesiyle meşru göstermeye çalışsa da İsrail’in “orantısız güç kullanarak can kaybına yol açtığını” kabul etmek zorunda kaldı. Türkiye–İsrail ilişkileri ağır yara aldı; Ankara büyükelçisini geri çağırdı ve davalar açıldı. Fakat uluslararası sistemde bu cinayetlerin faillerine karşı herhangi bir yaptırım uygulanmadı.
Mavi Marmara katliamı, işgalci İsrail’in uluslararası sularda işlediği en açık suçlardan biri olmasına rağmen, dünya devletlerinin büyük kısmı sessiz kalmayı tercih etti. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Konseyi saldırıyı kınadı ve sivil aktivistlerin uluslararası hukuka aykırı şekilde öldürüldüğünü vurguladı. Ancak Güvenlik Konseyi’nde alınabilecek yaptırım kararları, ABD ve bazı Batılı ülkelerin desteğiyle engellendi.
2011’de yayımlanan Palmer Raporu da bu sessizliğin bir yansıması oldu. Rapor, ablukanın uluslararası insancıl hukuk açısından tartışmalı olduğunu kabul etmekle birlikte, İsrail’in güvenlik gerekçesiyle meşru hakları bulunduğunu ileri sürdü. Buna karşın raporun aynı bölümünde “orantısız güç kullanıldığı” ve sivillerin ölümünün hukuksuz olduğu kaydedildi. Bu çelişkili ifadeler, uluslararası mekanizmaların işgalci rejimi korumak için nasıl şekillendirildiğini gösterdi.
Türkiye’nin açtığı davalar ve uluslararası sivil toplumun tepkileri dışında ciddi bir sonuç alınmadı. İsrail ne uluslararası mahkemelerde yargılandı ne de ekonomik ve siyasi yaptırımlarla karşılaştı. Böylece işlenen suçlar cezasız kaldı. Bu durum, işgalci rejimin Filistin halkına karşı sürdürdüğü abluka ve saldırıların önünü açtı. Mavi Marmara katliamı, yalnızca Gazze’ye insani yardım ulaştırmaya çalışan masum sivillere yönelik bir saldırı değil, aynı zamanda uluslararası hukukun ve adaletin nasıl çifte standartlarla yok sayıldığının bir göstergesi olarak tarihe geçti.
Mavi Marmara katliamının ardından uluslararası kamuoyunda büyük bir dalga oluştu. Ancak işgalci İsrail’in baskıları ve tehditleri, devletlerin çoğunu bu filolara destek vermekten alıkoydu. Buna rağmen sivil toplum girişimleri sona ermedi. 2011 ve sonrasında farklı ülkelerden küçük ölçekli tekneler, Gazze’ye insani yardım ulaştırmak amacıyla yola çıktı. Fakat bu gemilerin neredeyse tamamı uluslararası sularda durduruldu ve Aşdod Limanı’na çekildi. Aktivistler gözaltına alındı, çoğu sınır dışı edildi.
Bu dönemde dikkat çeken girişimlerden biri Madlen Gemisi oldu. Avrupa’dan yola çıkan tekne, uluslararası aktivistleri ve insani yardım malzemelerini taşıyordu. Gazze’ye ulaşmayı hedefleyen Madlen, uluslararası sularda işgal donanmasının kuşatmasına maruz kaldı. Gemiye el konuldu, içindekiler gözaltına alındı ve dünya basınında ablukanın bir kez daha gündeme gelmesi sağlandı. Her ne kadar Gazze kıyılarına ulaşamasa da bu teşebbüs, işgalci İsrail’in hukuksuz ablukasını sürekli diri tutan girişimlerden biri olarak tarihe geçti.
Bir diğer sembolik girişim de Hanzala Gemisi oldu. Filistin direnişinin simgelerinden “Hanzala” ismini taşıyan bu tekne, Gazze ablukasını kırmak için uluslararası aktivistlerce hazırlandı. Hanzala da tıpkı Madlen gibi Gazze kıyılarına ulaşamadan işgalci güçler tarafından uluslararası sularda durduruldu. Aktivistler gözaltına alınarak sınır dışı edildi. Ancak geminin ismi, Filistin halkıyla dayanışmanın güçlü bir sembolüne dönüştü.
2011 sonrası dönemde bu tür girişimlerin çoğu benzer akıbeti yaşadı. Küçük tekneler ya uluslararası sularda zorla durduruldu ya da limanlara çekildi. Bu süreç, işgalci rejimin deniz ablukasını her defasında ihlallerle sürdürdüğünü kanıtladı. Uluslararası hukuk mekanizmalarının ise yine sessiz kaldığı görüldü. Ne uluslararası mahkemeler ne de Batılı devletler, bu saldırılara karşı caydırıcı bir adım atmadı.
Her ne kadar girişimler fiilen engellense de “Madlen” ve “Hanzala” gibi gemiler, Gazze ablukasına karşı küresel bir bilincin oluşmasına katkı sundu. Latin Amerika’dan Asya’ya, Avrupa’dan Afrika’ya kadar birçok ülkeden aktivist, bu girişimlere katıldı ya da destek verdi. Bu durum, ablukanın artık sadece Filistinlilerin sorunu olmadığını, dünya vicdanını ilgilendiren küresel bir meseleye dönüştüğünü ortaya koydu.
2011 sonrası dönemde denizden Gazze’ye ulaşan hiçbir gemi olmadı. Ancak her girişim, ablukanın gündemde kalmasını sağladı. İsrail’in uluslararası sularda defalarca yaptığı müdahaleler, işlenen suçların sürekliliğini kanıtladı. Buna rağmen cezasızlık, işgalci rejimin elini güçlendirdi. Yine de bu teşebbüsler, Filistin halkına moral kaynağı olurken, küresel dayanışma hareketlerini diri tutan bir unsur olarak önemini korudu.
2025 yılına gelindiğinde, dünyanın farklı ülkelerinden binlerce aktivist bu kez denizden değil kara yoluyla Gazze’ye ulaşmayı hedefledi. “March to Gaza” adı verilen bu girişim, sembolik bir yürüyüş hareketi olarak tasarlandı. Aktivistler, Mısır üzerinden Refah Sınır Kapısı’na ulaşarak Gazze’ye girmeyi planlıyordu. Katılımcılar arasında siyasetçiler, akademisyenler, gazeteciler, sivil toplum temsilcileri ve çok sayıda genç gönüllü yer aldı. Amaç, ablukanın hukuksuzluğunu dünya kamuoyuna taşımak ve Gazze halkına doğrudan destek sunmaktı.
Ancak Mısır hükümeti, bu yürüyüşe izin vermedi. Refah Sınır Kapısı’na yaklaşmaya çalışan aktivist grupları güvenlik güçleri tarafından ablukaya alındı. Birçok noktada polis müdahaleleri gerçekleşti, çok sayıda gösterici darp edildi. Onlarca kişi gözaltına alınırken bazıları sorgusuz şekilde sınır dışı edildi. Böylece, Gazze’ye kara yoluyla girmeyi amaçlayan bu büyük girişim daha sınır kapısına ulaşmadan engellenmiş oldu.
March to Gaza sürecinde yalnızca Mısır güvenlik güçlerinin sert müdahaleleri yaşanmadı. Aktivistler arasında yaralananlar oldu, gözaltına alınanlar günlerce haber alamadan tutuldu. Bazı ülkelerden gelen gönüllüler kendi konsolosluklarının bile yeterli destek vermediğini açıkladı. Mısır yönetimi, İsrail işgal rejiminin baskısıyla hareket ettiği yönündeki iddiaları reddetse de süreçteki sert müdahaleler bu iddiaları güçlendirdi.
Her ne kadar aktivistler Gazze’ye ulaşamasa da “March to Gaza” hareketi büyük yankı uyandırdı. Sosyal medyada milyonlarca paylaşım yapıldı, dünyanın dört bir yanında dayanışma gösterileri düzenlendi. Aktivistlerin engellenmesi, Gazze ablukasının yalnızca işgalci İsrail tarafından değil, bölgedeki bazı hükümetlerin politikalarıyla da desteklendiğini gözler önüne serdi. Bu durum, Filistin halkının yaşadığı izolasyonu daha görünür hale getirdi.
Bu hareket, denizden yapılan girişimlerden farklı olarak kara yoluyla kitlesel bir dayanışma denemesiydi. Binlerce kişinin tek bir slogan etrafında birleşmesi, ablukanın küresel vicdanda hâlâ taze bir yara olduğunu kanıtladı. Aynı zamanda Mısır’ın engellemeleri, Filistin davasında bölgesel politikaların nasıl bir bariyer oluşturduğunu ortaya koydu. March to Gaza, engellenmiş olsa da Filistin halkı için moral, işgalci İsrail için ise uluslararası bir baskı unsuru haline geldi.
Gazze’ye yönelik ablukayı kırma çabaları yıllar boyunca farklı biçimlerde devam etti. 2025 yılına gelindiğinde ise uluslararası aktivistler yeni bir filo hazırlığı başlattı. “Sumud” adı verilen bu girişim, Arapçada “sebat, direnç ve kararlılık” anlamına gelen kelimeden ilham aldı. Hareketin amacı, işgalci İsrail’in Gazze’ye uyguladığı insanlık dışı ablukayı doğrudan delmek ve dünyaya güçlü bir mesaj göndermekti.
Farklı ülkelerden insan hakları savunucuları, sivil toplum kuruluşları ve gönüllüler, insani yardım malzemelerini taşıyan gemilerle denizden Gazze’ye ulaşmayı planladı. Filonun ana gemisi “Family” idi. Gemide uluslararası aktivistler, gazeteciler ve yardımlar bulunuyordu. Bu filo, önceki girişimlerden farklı olarak daha organize ve daha geniş katılımlı bir yapıya sahipti.
📌 Küresel Sumud Filosu'na (GSF) İHA Saldırısı!
— Afroasya Today (@afroasyatoday) September 9, 2025
⚫ Soykırımcı İsrail, Tunus Limanı'nda GSF Yürütme Kurulu üyelerini taşıyan Family teknesine İHA ile yangın çıkarıcı madde attı.
⚫ Teknede yangın çıktı ancak Tunuslu yetkililer tarafından söndürüldü.
♦️Saldırı sonrası yapılan… pic.twitter.com/4hB5WI0NYW
Hazırlıklar tamamlandıktan kısa bir süre sonra, geçtiğimiz günlerde ana gemi Tunus açıklarında bir İHA saldırısına hedef oldu. İşgalci İsrail’e ait insansız hava aracı “Family” gemisinin ön kısmını vurdu, çıkan yangın Tunuslu yetkililer tarafından söndürüldü. Al Jazeera muhabiri, saldırı sırasında gemide büyük panik yaşandığını ancak ölen ya da yaralanan olmadığını aktardı.
Saldırı, filonun durmasına neden olmadı. Sumud Hareketi organizatörleri, “Bu saldırı bizi yıldırmayacak, Gazze’ye ulaşmak için yola devam edeceğiz” açıklamasını yaptı. Böylece Family’nin uğradığı saldırı, filonun geri çekilmesine değil, daha büyük bir kararlılıkla yoluna devam etmesine vesile oldu. Bu tavır, Sumud’un ismindeki “sebat” ve “direnç” kavramlarının somut bir yansımasına dönüştü.
Saldırı uluslararası medyada gündem oldu, ancak hükümetlerden güçlü tepkiler gelmedi. Tunus yetkilileri olayı kınasa da küresel diplomasi cephesinde işgalci İsrail’e yönelik yaptırım uygulanmadı. Bu sessizlik, tıpkı Mavi Marmara saldırısından sonra olduğu gibi, işlenen suçların cezasız kalmaya devam ettiğini gösterdi.
Sumud, yalnızca bir insani yardım filosu değil, aynı zamanda bir direniş sembolü oldu. “Vazgeçmiyoruz” mesajı, Filistin halkına moral verirken, uluslararası kamuoyuna da ablukanın unutulmadığını hatırlattı. Bu girişim, Gazze ablukasını kırma çabalarının bitmediğini ve yeni yöntemlerle devam edeceğini dünyaya ilan etti.
Bu dosyanın önceki bölümlerinde Gazze ablukasını kırmak amacıyla gerçekleştirilen girişimlerde işgalci İsrail’in uluslararası hukuku hiçe sayan saldırılarını aktardık. Ancak bu saldırılar yalnızca denizlerde ve kara sınırlarında kalmadı. İşgal rejimi, farklı coğrafyalarda da uluslararası hukuku çiğneyerek sivilleri, siyasi liderleri ve diplomatik süreçleri hedef aldı.
📌 Katar'ın Başkenti Doha'da Patlama!
— Afroasya Today (@afroasyatoday) September 9, 2025
⚫ Terör rejimi İsrail’in Hamas yetkililerine yönelik suikast girişiminde bulunduğu iddia edildi.
⚫ Hamas müzakere heyeti başkanı Halil el-Hayye'nin hedef alındığı ileri sürüldü.
🗣️ İsrail İşgal Güçleri (IDF):
⚫ IDF, Hamas terör… pic.twitter.com/4vAgUFfEna
Bugün, 9 Eylül 2025’te, Katar’ın başkenti Doha’da Hamas’ın siyasi ofisi hedef alındı. Patlamaların ardından dumanların yükseldiği görüldü. İsrail işgal güçleri, saldırının Hamas’ın üst düzey liderlerine yönelik olduğunu doğruladı. Bu saldırı, Doha’da süren ateşkes müzakerelerine doğrudan darbe niteliği taşıyor. Diplomasinin kalbine indirilen bu darbe, yalnızca Filistin direnişini değil, aynı zamanda arabuluculuk süreçlerini ve Katar’ın egemenliğini de hiçe sayan bir saldırganlık örneği oldu.
Bundan önce, 31 Temmuz 2024’te, İran’ın başkenti Tahran’da Hamas liderlerinden İsmail Haniyye suikastla şehit edildi. Haniyye, İran devletinin koruması altındayken kaldığı misafirhanede hedef alındı. Başka bir ülkenin topraklarında işlenen bu saldırı, devlet egemenliğini açık şekilde ihlal eden bir cinayet olarak tarihe geçti. Uluslararası hukuk açısından, üçüncü bir devletin sınırları içinde siyasi bir lideri öldürmek, en ağır suçlardan biri kabul edilmektedir.
Gazze’deki deniz filolarına yönelik baskınlardan Doha’daki suikasta, İran’daki saldırıya kadar tüm bu örnekler, işgalci İsrail’in sınır tanımayan bir saldırganlık politikası izlediğini gösteriyor. Uluslararası sularda sivilleri öldürmek, diplomatik heyetleri hedef almak, yabancı devletlerin topraklarında siyasi liderlere suikast düzenlemek… Bunların her biri uluslararası hukukun en temel ilkelerini çiğniyor. Ancak ne uluslararası mahkemelerden bir sonuç çıkıyor ne de dünya devletlerinden caydırıcı yaptırımlar geliyor.
İşgalci İsrail, Gazze’ye uyguladığı abluka ve sivillere yönelik saldırılarla sınırlı kalmayarak, bölge ülkelerinde de suç işlemeye devam ediyor. Doha’daki suikast girişimi ve Haniyye’ye yönelik saldırı, yalnızca Filistin’i değil, bütün bölgeyi istikrarsızlaştıran bir tehdittir. Cezasız kalan her saldırı, işgal rejiminin cesaretini artırıyor ve uluslararası hukukun bir “güçlünün hukuku”na indirgenmesine yol açıyor.
Bu tablo, sadece Gazze’nin değil, bütün İslam dünyasının karşı karşıya olduğu bir tehlikeyi işaret ediyor. Zulmün karşısında suskun kalmak, suçların daha da büyümesine yol açıyor. İşgalci İsrail’in uluslararası hukuku hiçe sayan eylemleri, tarihe yalnızca birer ihlal değil, aynı zamanda insanlığın adalet sınavında verdiği en kötü notlardan biri olarak geçiyor.